I.
Atmışlı yıllardan sonra, tek tük de olsa, sokaklarımızda veya caddelerimizde onlara rastlamaya başladık. Heybetli görünmelerine rağmen, hem utangaç, hem sıkılgandılar. Bu yüzden olmalı, sanki ışıktan, ulu orta meydanlardan kaçar gibiydiler. Yeni elbiselerinin üzerinde, iğreti duran şapkaları, boyunlarında da, bıraksan kaçıverecek gibi olan kravatları, papyonları vardı. Tıraş olmayı sevdiklerinden midir nedir, yüzleri ayna gibi parlıyordu. Yalnız bu aynada palabıyıklar, birer leke gibi duruyordu.
Doğudan gelen trenlerden birer birer indiler. Çok geçmedi, her yanı, bütün sokakları, güzelim caddeleri, ulu orta meydanları doldurdular. Fakat onca çokluklarına karşılık, yine ürkektiler, çekingendiler. Kızlarımızın davetlerini, geri çeviriyorlar, erkeklerimizle bile arkadaşlık kuramıyorlardı.
Son yıllara kadar, yalanım yok, güldüklerini, neşeli olduklarını görmedim. Üstelik fazla konuşkan da değiller. Tezgâh başında olsun, cadde kenarında olsun, daima suratlarını asarlar, arada bir; "Oh! Of!" diyerek, bağırlarını döverler.
Ben, Albert Klaus... Nedense bu adamları sevemedim. Komşularımız da öyle. Onlar gelmeden önce her şeyimiz apaçıktı. Gizlimiz kapaklımız yoktu. Ama onlar gelince, işler karıştı. Hep birlikte gizlenme, saklanma, huylarımızı değiştirme ihtiyacını duyar olduk. Onlarla bizim aramızda saydam, ses geçirmez, sevgiye fırsat vermez, soğuk, sağır bir duvar uzadıkça, uzadı.
Ben, Albert Klaus... bu adamları, dedemden çok dinlemiştim. Dedem, Çanakkale'de, Yemen'de, Gazze'de bulunmuş. O anlatır, ben devler, perilerle dolu bir dünyanın hayâl mi, gerçek mi olduğunu bir türlü kavrayamadığım sihirli ufuklarında, korkuyla dolaşırdım. Dedem, onları yakından tanımış, evlerinde görmüştü. Onların dostluklarına, cesaretlerine, her insana aynı gözle bakmalarına, sofralarındakini başkalarıyla paylaşmalarına, fedakârlıklarına tutkundu. Savaştan nefret etmesine rağmen, bu iyi savaşçıları çok severdi. "Onlarla" derdi, "Biz, bugün ayaktayız! Çünkü, yüzyıllar önce burnumuzun dibine geldiler, bizi kamçıladılar. Kamçıyı sırtımızda hissettikçe uyandık, güçlendik. Sonra aynı cephede silah arkadaşlığı yaptık. Onlar bize de, bir avuç cesaretle, ordular bozmayı, sarmayı, yarmayı öğrettiler. Ama, ah şu siyaset?.."
Dedem sustu! Rehberimiz kargalar oldu.
A
Ben, Aydınlı Poyraz'ım... Doğduğum, şirin, küçük, bereketli topraklara sahip kasabamda, nedense "Foyraz" derler bana. "Ülen, bu adı nerden buldun?" diye takılırlar. Neşeliysem, güler geçerim. Azıcık sıkıntım varsa, dardaysam, burnumdan öfke solur, takılanlara kızar, esip yağarım.
Babamın himmetiyle, "Çok Yönlü Kalkınma Kooperatifi'ne üye olmuştum. Üç beş delibozuk, ağız birliği yaptık. Almanya'ya yazıldık. Bu iş, sonraları, bir sevda oldu, yüreğime oturdu. Düğün dernek neymiş, hepsini unuttuk. Gözlerimiz yolda, umudumuz postacının çantasında, bekledik.
Bir gün; "Kâğıtların gelmiş!" dediler. Koştum. Göz aydıncılara ikrâmda bulundum. Elime tutuşturulan zarfın üzerindeki yazıyı çatpat okudum: "Foyraz Yürekli." Güldüm.
Sordular:
- "Hayrola, ne var?"
- "Yok bir şey!"
- "Canım, niye gülüyorsun öyleyse? Ortada açık bir şey mi gördün?"
- "Yoo!"
- "Eee?"
- "E'si, bunlar bizden olmalı. Baksanıza, onlar da adımı Foyraz diye bellemişler."
Kahkahalar arasında, eksik evraklarım tamamlandı. Yolculuk, ayrılık, gurbet telâşına düştüm. Çünkü bizim, asker ocağından başka, bilip gördüğümüz, tanıdığımız gurbet mi var?
II.
Adı, Poyraz Yürekli. Benim bahçıvanım. Geleli birkaç gün oluyor. İşine düşkün, çalışkan. O da, diğerleri gibi her gün tıraş oluyor, kokular sürünüyor, bıyık bırakıyor. Fakat, onlardan farklı bir tarafı var. İşçi tulumunu giyince hüzünleniyor, olanca gücünü işine veriyor. Besbelli, hüznünü, iç sıkıntısını unutmak istiyor. İşini bitirip, sırtından tulumunu çıkarınca, hürriyetine henüz kavuşmuş olanların sevincini yaşıyor.
Yalanım yok! Gözüm hem kendini, hem işini tuttu. İşinin ehli, hünerli. Ufak tefek hediyelerimi, hele birayı, geri çevirmiyor.
Yalnız!
Ne yalnızı? Hangi yalnız?
Yalnızlar, saymakla tükenmez!
Dul hemşireme yüz vermiyormuş. Komşu kızlarına aldırmıyormuş. Karımın komplimanlarına ses çıkarmıyormuş. Arada bir, geceleri, eve geç dönüyormuş. Dilimizi de sevmiyormuş.
Anlayacağınız, kabahati çok.
Hele, hele?
Kiliseye hiç gittiği yok!
B
Delinin zoruna bak... Adamın işi, gücü yok. Kalıbı, ensesi, keyfi yerinde. Hani zamandır dinime, imanıma karışır oldu. Sağda solda beni kolluyor. İnancımı yaşamalıymışım.
Elbette!
Ama nasıl?
Bir yabancı toprağa düşmüşüm. Yönümü kestirmem, kıbleyi bulmam güç. Yakınımda, yamacımda bir tanıdık da yok. Yüzümü yere eğip, gâvura mı sorayım?
Onu da denedim. Bir ikisi, kem küm etti. Anladı veya anlamadı. Her biri, bir başka yönü gösterdi. Şaşırdım, kaldım. Allah büyüktür, bağışlar. Bu umutla yaşıyorum. Buna yaşamak denirse, tabii?
Şu süsenler, niye solmuş öyle? Sarmaşıklar da sarı lekeler... Madam Klaus değil de, herifin arsız kardeşi bayan Maria var ya, bu süsenlere, sarı lekeciklere bayılıyor. Varıp altlarını bellemeli, suya doyurmalı onları. Toprak altüst olunca, kana kana suya doyunca, süsenler ayılır, sarı lekecikler kaybolur. Bayan Maria, kızarmış!..
Varsın, kızsın. Umurumda mı?
Cümle kapısı açıldı. Bayan Maria, balkondan sesleniyor:
- "Az içeri gelsene Foyraz."
Gittim.
Evde kimsecikler yok! Salonda in-cin top oynuyor. Yan odanın yarı açık kapısından, hafif bir müzik sesi geliyor. Bayan Maria, saçlarıyla oynuyor. Tarak olmuş parmaklar, sarı saçları yol yol açıyor. Ortalıkta, adamın gönlünü çelen, aldatıverecek gibi olan lavanta kokuları. Barda biri dolu, iki kadeh duruyor.
Fakat ben, inanır mısınız bilmem, bütün renklerden değil de, ille sarıdan, sarışından nefret ederim.
Nasıl oldu bilmem, bayan Maria, saçlarıyla oynamayı bıraktı. Bana doğru uzandı, silkindi.
Dizbağlarım çözüldü. Acaba yanlış mı görüyorum? Rüyada mıyım. Taş gibi, çırılçıplak bir kadın, işte karşımda duruyor. Gözlerinde manalı gülücükler...
Fakat ben, sarışınlardan nef...
Dudaklarım alev alev yandı. Kalbim, demirci körüğü gibi çalışıyor. Poyraz, amansız bir kasırganın avcına düşmüş.
Yan odaya geçemedim. Daha doğrusu, bir tuzağa sürüklenirken, ayıldım. Bayan Maria'nın suratında patlayan tokat sesine, kapı zili karıştı.
Kapıda Albert ve çocukları. Bozum oldum. Utandım. Kulaklarımda bayan Maria'nın sözleri:
- "Ne pahasına olursa olsun ben, bunu sana ödetirim Foyraz."
Süsenlerle, sarmaşıklarla birlikte, yerin dibine geçtim!
Ben, Poyraz Yürekli.
Ama, ne yürekli?
III.
Bilmez miyim, kabahat bizim yosmada. Fakat karıma, çocuklarıma ne demeliyim? Hemşirem, basılmanın etkisinden olacak, odasına kapandı. Uzun zaman dışarı çıkmadı. Sonra gözlerine kan oturmuş, salona döndü. Hiç birimizle konuşmadı. Aklı, fikri Poyraz'da olmalı, bahçeyi gözleriyle taradı.
Poyraz yoktu.
Biz, cümle aile suskunduk!
Belki de katılıp kalmıştık.
Aldırmadık.
Hemşirem, umudunu kesmiş olmalı ki, hıçkırıklarını koyuverdi. Bağıra, öğüre ağladı.
Doğrusu, içim parçalandı.
İlktir, onun hakkında kötü düşündüm.
- "Alacağın olsun Poyraz!" dedim.
Hemşiremin neşesi yerine geldi.
Sabahı, ailenin büyükleri, karım, ben ve hemşirem birlikte toplandık. Durumu görüşüp, bir karara varacaktık. Teklif, Maria'dan gelmişti. Başını alıp giden Poyraz, ne bütün gece, ne de şu vakte kadar eve döndü. Besbelli, gizli bir köşede, utancının azabını yaşıyordu.
Durumunu kavrar gibi oldum. Artık, ondan bize fayda yoktu. O, dönüşü olmayan bir yolu, henüz adımlamaya başlamıştı. Belki bana kızıyor, üstüne çullanmadığım, onlarca uygun olan davranışta bulunmadığım için de sövüp sayıyordu. Maria, hazırladığı oyunu, başarıyla sürdürememiş, tuzağının kelepçesini boş bırakmıştı. Bu yüzden de, oldukça üzgün görünüyordu.
Bekledim. Konuyu, o açsın, istedim. Karım, aradan sıyrıldı.
- "Ben" dedi, "bu konuda kararsızım. Siz, iki kardeş, neyi arzularsanız, ben de o yolda, size katılırım. İzninizle!"
Gönlüm karardı. Fakat, salon genişledi, ağır kapı üstümüze kapandı.
Ben, Maria'ya baktım. O da, bana!
Olacak gibi değil.
Öksürüp, aksırdım. Söze başladım.
- "Görüyorsun!" dedim, "Poyraz, yok artık!"
- "Öyle!"
- "Ne düşünüyorsun?"
- "Gururumu!"
- "Bunu, önceden düşünseydin..."
- "O zaman aklım başımda değildi. Foyraz'dan ümitlenmiştim. Duruşunun, çalımının, sakinliğinin, sihirli gözlerinin esiri olmuştum. Kadınsızlığını kamçılayıp, onu elde edebileceğimi sanmıştım. Ne yazık ki, yanılmışım!"
- "Öyle görünüyor."
- "Evet, öyle."
- "Nasıl bir çıkış yolu düşünüyorsun?"
- "Önce, işten atalım. Başka işyerlerine, bana yaptıklarını anlatalım. Burnu sürtülsün. Pes etsin, ayağıma düşsün. Özür dilerse, gelip buyursun, evimin direği olsun."
- "Peki. Ya gelmezse?"
- "Az da olsa, ümidim var."
- "Haydi, hayırlısı!"
Alınan kararı, hemen uyguladık. Poyraz'ı, dört yanından sardık. Elini, kolunu böğründe bıraktık.
Tam ayrılacaktım, Maria seslendi:
- "Albert!" dedi. "Bir mesele daha var. Bütün gece, huzursuzdum. Çekirgelerin akınına uğradım. Sanki hepsi, Foyraz olup oturmuşlardı. Beni, seni, bayan Klaus'u, çocuklarınızı, hemen herkesi, her şeyi, iliklerimize kadar sömürüyorlardı. Kaçmak için, köşe bucak aradım, bulamadım. Bütün her şeyi doldurmuşlardı. Binlercesi uçuşuyor, konacak, sömürecek bir şey arıyorlardı. Bu korkunç çekirgelerin akını, sabaha kadar sürdü. Uyanmasam, devam edip gidecekti. Ne dersin?"
- "Çok ilgi çekici!" dedim.
Dedim ya, Maria'nın "çekirgeler akını" sözüne tutuldum. Onlar, gerçekten çekirge gibiydiler. Bizi, dört yanımızdan sarıp kuşatmışlar, inançlarımızı, sevgilerimizi, göreneklerimizi, medeniliğimizi, elimizdeki ekmeğimizi dipten doruğa, kemiriyor, kemiriyorlardı.
Onlara, adı ister Poyraz olsun, ister Foyraz, hemen hepsiyle de, bütün varlığımızla baş etmeğe çalışmalıydık. Yoksa, bu akın, bir tufana dönüşecek, ayağımızın altındaki toprakları, ansızın çekip alacaklardı.
Karım, ben ve Maria, savaş bayrağını açtık. Kalabalıklar, umulmadık bir sayıda, sokağa döküldü. Büyüdük, herkesin dikkatini çektik. Tehlikeyi haykırdık!
- "Türkler, dışarı!"
C
Sözüm ona, medeni dünyada yaşıyorum. Az buçuk, ben de uygar sayılırım. Ülkemde, Avrupa'ya, bu medenî dünyaya en yakın uçta yaşamıyor muyum? Çalışmakmış! Fazlasını verdim, köle oldum. Bir Maria'nın gönlünü almadım diye, barbarlara karıştım. İşimi de kaybettim. Medenî yürüyüşmüş! Hak aramakmış, ha? İçine tüküreyim. Çekirgeler gibi sokakları dolduracaksın. Ulu orta konuşacaksın. Bunca adamı tedirgin edeceksin, korkutup ürküteceksin. Olmazsa, kapı dışarı edeceksin!
- "Bütün Türkler, dışarı!"
Oh, ne âlâ!
İşsizlik, canıma tak etti. Hangi kapıyı çaldımsa, ellerim boş, çevrildim. Çeşitli hakaretlere katlandım. Niçin?
Hepsi yalan! Bunca tuzaklar birer masal!
Bizi, körpe yaşta çektiler buraya. Aklımızdan, gücümüzden, işimizden faydalandılar. Alın terimizin karşılığını bile, onların kasasında sakladık. Uzaktaki ülkemizden gelen seslere aldırmadık. Daha çok kazanabilmek hırsına kapıldık.
Sonuç?
Sonuç ortada.
Geride kalan posamızı ne yapacaklar?
Elbette, cadde-sokak, çarşı-dükkân, okul-ev, şehir-köy, ulu orta meydan meydan haykıracaklar:
- "Türkler, dışarı!"
Karşı koyacağız.
- "Karşı koyacağız da, ne olacak?"
Kendi payıma ben, bıktım, sıkıldım, tükendim. En iyisi, yurda dönmek değil mi?
IV.
Öncüler, dönmeye başladı. Çekirgelerin akını kırıldı.
Ç
Çekirgelerden kurtuldum.
Artık, memleketimdeyim.
Çok şükür!
Oyhan Hasan BILDIRKİ