Geniş bir ufuk, ne gezer? Avuç içi kadar bir yer, dağlarla sınırlı. Fakat milyonlarca ağaç, yeşilin tonlarıyla uzanıyor. Meyveli ağaçlar, oldukça yüklü. Kestaneler kirpi çıkarmış. İncirler erimeye durmuş. Cırcırböcekleri, kurumuş dereyi mekan tutmuş kurbağaların seslerini bastırıyor. Bostanlarda cılız mısırlar, suya hasret, kurağın olanca baskısıyla yaşamaya çalışıyorlar.
İçimde karışık duygular... Sevgiyle nefreti bir arada yaşıyorum. Gözüm yeşile, ciğerlerim temiz, serin havaya doydu. Fakat şehrin, daha doğrusu medeniyetin gürültüsüne alışmış olan kulaklarım sağırlaştı. Nedense gürültüsüz hayat beni sarmıyor. Bu yüzden sevgiyle nefreti bir arada, ona ya da ötekine bağlanmadan kucaklayabiliyorum..
Aslında insan, dikkatle bakmadan fark edemiyor. Her gün yaşadığımız, bıkıp usanmadan tekrarladığımız hayat, aynı yüzler, aynı sesler, aynı nefeslerle karşımıza çıkmıyor mu? İşte buna katlanıyoruz, hem de yakınmıyoruz. Lâkin buradaki hayat beni sıktı. Dört yanımdan zorlamaya başladı. Kafamda duyguların cümbüşü var. Bu duygular, sel suları gibi kâh berraklaşıyor, kâh bulanıyor. Tıpkı türlü çeşit ağaçların birbirine karışması gibi.
Güneş, ağaç dallarına benekler düşürmüş. Dağların koyu gölgesi alan alan bazı yerleri kapatmış. Az sonra akşamın cümbüşü başlayacak. Ormanın derinliklerinde saklanmış, birbirinden oldukça uzak evlerin dar, kara pencerelerinde ölgün lâmba ışıkları parlayacak.
Dalmıştım.
Beni çağıran sese, irkilerek döndüm.
- Hoş bulduk yenge!
- Yeni mi geldiniz?
- Öyle sayılır.
- Bizim kızla çocuklar da geldi mi?
- Bu defa hepsini getirdim.
- Nasıl, iyiler mi?
- Ellerinden öperler.
- Büyüdüler demek?
- Büyüğü ilkokulu bitirdi. Küçüğü de dörde gidecek. İşte bak, aşağıda göründüler.
- Ev altındakiler mi?
- Onlar.
- Soluk soluğa kalmışlar.
- Besbelli beni arıyorlar.
- Analarına düşkün değiller mi?
- Düşkündürler. Lâkin anasız yola çıkmazlar.
- Bütün çocuklar aynı. Birbirine benzer.
Önde çocuklar, arkada anaları çıkıp geldiler.
Güneş, dağların ardına düştü düşecek. Elmalarla eriklerin, fındıklarla cevizlerin üzerine koyu bir gölgedir indi. Karım, yengesiyle kucaklaştı. Çocuklarım biraz soğuk, yengemin ellerine vardılar. Uzun senelerdir çekilen hasret, nihayet dinmişti.
- Vay hele, dedi yengem, sizi ayakta kazık gibi bekletip durdum. Ne yaparsın, ihtiyarlık, yalnızlık insanda akıl mı bırakıyor? Haydi durmayın öyle, içeri geçelim. Bir akşam çayı içeriz değil mi?
Karım atıldı:
- Zahmet etme yenge. Evde sıkılmıştık da, harmana kadar çıkıp dönecektik.
- Aman canım Şükriye, çayın da zahmeti mi olur muş? Bak, enişte bey yorulmuş. Çocukların da sucuk gibi tere bulanmış. Harman, yerinden kaçacak değil ya?
Yengemi kıramadık. Henüz koçan yarmaya başlayan mısırların arasındaki tezekli, dar toprak yoldan eve girdik. Yeniden "hoş geldin"ler, "sefa bulduk"lar. Daha sonra yudumlanan demli çaylar...
Karım, telâşla yerinden kalktı.
- Az kalsın hepten unutacaktım, dedi. Fazla değil, tadımlık. Yengeciğime biraz üzüm getirmiştim de. Varıp alıp geleyim.
Yengemin alnı parladı, kaşları aralandı, yüzü güldü.
- Üzüm mü dedin kız Şükriye?
- Üzüm ya!
- Demek üzüm?
- Üzüm.
Bu söz üzerine yengem, sedir yastıklarından birine dirsek verdi. Akşam alacasında, açık pencerenin karşısında heyula gibi duran yıllanmış, yaşlanmış, yer yer kurumaya yüz tutmuş, büyük, iri urlarla kaplanmış gövdesiyle dikelen, yaşlıca bir asmayı güçlükle taşıyan karaağaca baktı.
Kendisine uzatılan salkımdan, bir çılkım aldı. İri, sarı üzümlerden birini ağzına götürdü. İri, sarı üzüm dişlerinin arasında dondu. Bu donuşla birlikte zaman durdu.
Duran zaman içinde, yengem, kim bilir hangi devirden kalma hatıralarını, yeni baştan yaşamaya başladı. Kâh üzüldü, "of"ladı, "pof"ladı, kâh gülümsedi. Üzülmelerinde birine duyduğu kin ve sitem açık açık okunurken, gülümsemelerinde de bir diğerine duyulan beğenme ve özlem duyguları belirginleşti. Kalın hatlar harfe döndü, ses oldu. Yengem, konuştukça konuştu.
- O günlerde, dedi, sen de kırk yıl, ben diyeyim elli yıl önce, şu karaağaç, genç irisi bir fidandı. Sanki büyümekle, o günkü hâliyle kalmak arasında tereddüt ediyordu. Ben, bu ağacı hiç sevmezdim. Neden diyeceksiniz? Bakın anlatayım. Köylük yerde maldan meşattan bıkmışız. Her Allah'ın günü danaları, tosunları tara. Kömüşlere, sığırlara alaf hazırlamak için o ağaçtan berikine koş. Kız Şükriye, biz yaşadık mı sanki?
Baktım, yengemin gözlerinde nem. Dokunsan, bağıra çağıra ağlayacak, yeniden yaşamaya başladığı hatıralar denizinde boğulacaktı.
Durdu. Sağa sola bakındı. Bizleri tek tek süzdü. Kuşağının arasından çekip çıkardığı mendili, burnuna götürdü.
- Karaağacı sevmezdim, dedim ya, siz aldırmayın böyle söylediğime. Sonraları sever oldum. Henüz daha körpe gelindim. Sanırım bizim Ayşe Kız'a da yüklüydüm. Dedeniz o gün, Cuma yanından, pazardan gelmiş, doğruca kayınnamın odasına çıkmıştı. Ben, kuyu başında oturmuş, ayaklarımı suya sokmuş, günün yorgunluğunu çıkarmaya çalışıyordum. Sabri Amca'nız da, henüz gelmemişti. Zaten o, ne zaman, Cuma yanına gitse, yarı geceler olmadan, son horozlar ötmeden gelmezdi. Neyse... Uzun zaman dedeniz, kayınnamın odasından çıkmadı. Orada, onunla birlikte eğleşti. Aslında, işin esasını ben çok iyi biliyordum. Az çok onları, sen de tanırsın. Dedeniz o gün, Cuma yanından, çarşıdan, kütür kütür, iri üzümler getirmiş. Öteden beri de kayınnamın özel zevkidir. Pazar küfesinden çıkan, kendince en güzel olan yiyecek maddesi ne ise, onu, bize asla göstermez, ucundan kıyısından zırnık koklatmazdı. Belki de turfandaydı. Üzümü de öyle yaptı. İçerdekiler, bir güzel salkımlara uzandılar. Boşalan çılkımları, pencereden ev altına attılar. Hay görmez, bilmez olaydım. Canım öylesine çekmişti ki, içimdeki üzüm tatma isteğini ne yapsam, asla körletemezdim. Rahmetli anana seslendim, kız Şükriye. Şimdi dördü de öldü. Günahlarıyla sevaplarıyla nur içinde yatsınlar.
Anan Reşide, duyunca koptu geldi. "Sen merak etme, abla!" dedi. "Ben şimdi yukarı çıkar, analığımdan bir çılkımcık da olsun, alır gelirim." Bir solukta, ev altından, koca merdivenleri gıcırdata gıcırdata yukarı, üst kata çıktı. Bizimkiler, sanki kan uykusundalar. Çıkıp dışarı bakmadılar. Rahmetli anan, "güm, güm" diye kapıyı dövdü. Dövdü ya, az sonra eli boş olarak geri dönüp geldi. "Abla!" dedi. "Sakın yanlış görmüş olmayasın?" "Hiç öyle şey olur mu Reşide? Hiç yanlış görür müyüm?" dedim. Oturduğum yerden doğruldum, ev altına kadar gittim. Yere atılan taze çılkımlardan bulabildiklerimi topladım. Ananın gözleri iki çeşme, ha döküldü, ha dökülecek. Benim dilimin ucunda, damağımda üzümün buruk tadı. Dayan, dayanabilirsen. Unut, unutabilirsen. Çaresiz katlandım.
Devrisi gün, gün ağarırken, amcanız çıktı geldi. Adamı, merdivenden yukarı zor çıkardık. İçkinin kötülüğünü anla ki, zavallı adamım, elden ayaktan kesilmiş, merdiven yukarı basamakları çıkarken sekiz oluyor, sendeliyor. Benim yüreğimde üzüm yeme hevesi. Onu, geri döndürmem mümkün değil. Bereket, anan akıl etmiş. Kayıncım İzzet'i çarşıya yollamış. Üzümü koyduysan, bul! Çıktı, geldi. Çaresizliğinden olacak, hiçbir şey diyemedi.
Daha sonra durumu; Sabri Amca'nıza açtım. Her zamanki gibi: "Meraklanma!" dedi. "Bir çaresine bakarız. Bu meretin kökü, bir yerde değil ya? Bugün olmazsa, yarın bulunur. Hanım, çok iyi bilirsin. Kötü komşu, insanı mal sahibi eder. O hesap! Ne edip edecek, bu işe kesin bir çare bulacağım. Yalnız, sen meraklanma, e mi?" Yapılan telkinler, tembihler sonucu, hevesim kül bağladı, kor olmaktan çıktı. Karnımın gittikçe büyümesi, dikkatimi gelecek yolcuya çekti. Diyeceğim, tadamadığım üzümleri unutuverdim.
Amcan ile baban, iki kardeş, sır küpü oldular, yaptıkları işi açığa çıkarmadılar. Önce karaağacı böğürtlenlerle kürleyip, kapattılar. Ağacın yanına, yakınına kimseyi uğratmadılar. Batan günü, doğan günler kovaladı. Ekinler, bir iki defa harman edildi. Mısırlar da o kadar fırınlandı. Elmalar, erikler, cevizler, fındıklar kim bilir kaçıncı kere görücüye çıktılar. Anlayacağınız yıllar tükendikçe, yeniden yeniden döndü.
Anan Reşide ile birlikte, o gün, bütün gün, gün ağarıp kararıncaya kadar bostanda çalıştığımızdan olmalı, yorulmuştuk. Anana, eve dönerken; "Elti!" dedim, "Gönlümde bir umut var, adını koyamadığım bir umut. Sanki eve dönünce, çok istediğim bir şeye kavuşacağım. Fakat ne olduğunu bir türlü kestiremiyorum. Yüreğim kabar kabar."
Kuyu başına yaklaşınca, amcan ile babanın, kuyudan çekip çıkardıkları ufak bir sepeti doğruca eve götürdüklerini gördük. Ben heyecanlandım. Anan umursamadı. Ona göre yapılan iş, her günkü sıra işlerden biriydi.
O, kuyu başında kaldı, temizlendi. Ben doğruca yukarı çıktım, sofaya geçtim. Sağa sola bakındım, ortalıkta aradığımı bulamadım. Kaynatamla kayınnam, karşılıklı birer sedire geçmişler, karşı dağlara çöken koyu gölgelere sessizce bakıyor, akşam sofrası için dönüşümüzü bekliyorlardı. O değilmişçesine benimkiyle baban, çıktı geldi. Amcan, ellerini kurulamak için havlu istedi. Koştum, getirdim. Babana da tuttum. O, istemedi. Bu sırada anan da içeri girdi. Alelacele sofrayı kurduk. Allah ne verdiyse, büyük küçük, çorçoluk yedik içtik.
İlkin deden, doyduğu için sofradan kalkmak istedi. O, ayaklanır ayaklanmaz, kayınnam da doğrulmak istedi. Baban, onlardan önce ayaklandı. Deden, öksürdü. Bu öksürükle, babanın dikkatini çekmek istiyor, sofradan kalkma sırasını tekrar hatırlatıyordu.
Baban, "Az bekleyin hele!" dedi. "Bugün hiç ummadığınız, beklemediğiniz bir ziyafet var." Herkes, yeni baştan sofraya oturdu. Bekleyiş uzun sürmedi. Baban, elinde kuyu başında gördüğüm sepetle döndü. Sepetten hâlâ tek tük su damlaları dökülüyordu. Sepet, sofraya boca edildi. Ben, gördüklerime inanmak istemedim. Aman, ne kadar çok üzüm? Hem de turfanda. Ne yalan söyleyeyim, bu bolluğa ben de şaştım. Kayınnam ile kaynatam, uzun süre birbirleriyle bakıştılar. Üzümlere uzanmakla uzanmamak arasında bocaladılar. Biz dördümüz, üzümlere yasıldık. Kayınnam, kopardığı bir üzüm taneciğini zar zor ağzına götürdü. Çiğnedi, yutamadı. Gözleri dolu dolu oldu. Kaynatam sordu: "Bu bolluk ne böyle? Acaba hangi dağda kurt öldü de, bereket denizine düştük?" Soruyu baban karşıladı: "Hiçbir dağda kurt murt ölmedi. Ağabeyimle ben, uzun zamandır, hem ahdetmiş, hem de azmetmiştik. Ne edip edecek, koca bir asmaya sahip olacaktık." "Oldunuz mu bari?" "Gördüğün gibi baba, başardık."
Kayınnam; "Tadı çok güzelmiş." dedi. "Hanidir böyle üzüme hasrettik, değil mi Hayriye?"
Lâflar, boğazımda düğümlendi. Yüreğimdekileri söyleyemedim. "Hangimiz hasretteydik? Sen mi, ben mi?" diyemedim. "Ya anam, bana bıldır yıl yaptıklarını hatırlıyor musun?" diyemedim.
Desem, benim yüreğim belki soğuyacaktı. Lâkin bu defa, kor ateşler kayınnamın gönlüne dolacaktı. O, bana gönül koyacak, uzun sürecek bir dargınlığı başlatacaktı.
Sustum.
Ancak, benim yüreğimde de merak iplerinin yüzlercesi düğüm oldu. Kendi kendime söylendim. İçin için babana kızdım. Ne vardı, bunca üzümü sofraya boca edecek? Bunun yarını da yok muydu? Bir iki salkımla, nefis körletilemez miydi?
Sofrada, üzüme doymuştuk.
Son salkımlara gelince, çılkımlar arasında, gözümüz ve parmak uçlarımızla da, hem üzümün irisini, hem olgununu, hem güzelini arar olduk. Son salkımlarda, yer yer üzüm tanecikleri sırıttı kaldı.
Endişemi anlamış mıydı ne, baban, eliyle pencereden, akşam alacasının içinde neredeyse kaybolacak olan karaağacı gösterdi.
"Köküne kıran girinceye kadar, bol bol yiyin. Aha orda, daha çok var. Allah'ın işi. Bu sene oldukça çok dökmüş. Bana kalırsa, bitmez tükenmez. Belki pekmez de yaparız. Ne dersin, ana?" dedi.
Kayınnam ne dedi bilmiyorum, kız Şükriye.
Zaten, şimdi önemli mi? Dünya, ölümlü dünya. Kim ölür, kim kalır, kim önden gider? Bilinmez. Bu yavrulara iyi bakın. Vakit ilerledi. Akşam alacası çöküverdi, baksanıza... Yaşlılıktan olacak, lâfı uzattım. Belki eniştenin de başını ağrıttım. Kocalık dedim ya, siz kusuruma bakmazsınız. Hadi mutfağa geçelim. Acı soğan, kuru yavan ne varsa, sofrayı kuralım.
Bu dünyada bölüşülemeyecek ne var?
Buyrun!
Söke, Şubat 1988
Oyhan Hasan BILDIRKİ
(Gün Çarığı Sıkınca, sayfa 111 vd.)