"Bu canım var oldukça ben Kur'ana tutsağım
Muhammed
Mustafanın yolundaki toprağım
Benden başkaca bir söz
nakledenler olursa
Hem onu söyleyenden hem o sözden
uzağım"
Mevlânâ
Millet hayatını oluşturan, maziden istikbale
doğru sürdüren kültürden başka nedir? Bundan dolayı, kültür kaynaklarımıza
eğilmek, kültürümüzün yaratıcılarını tanımak, fikirlerini öğrenmek
zorundayız.
Böylece tek yanlı, yanlış anlayışları silerek
gerçeğe ulaşacak, millî benliğimize döneceğiz. Bize göre asıl olan, güzel olan
da budur.
Günümüz insanı tedirgindir, bunalmıştır.
İnsanımız, hayat kavgasında maddîleştirilmiş, ruh üstünlüğünü, iyi insan olma
özelliğini kaybeder hale gelmiştir.
O halde yapılacak iş
nedir?
Bizce, maddî ve manevî kültürü birlikte düşünmek,
insanımıza şekilce olduğu kadar, ruhça biçim vermektir. Bunlar yapıldığı zaman
insanımız mutlu olacak, makineleşmekten, sanayi toplumunun getirdiği
monotonluktan kurtulacaktır. Kısaca insanımız, ahret için dünyayı, dünya için
ahreti terk etmekten vazgeçecektir.
MEVLÂNÂ
KİMDİR
Asıl adı Muhammed olan Mevlânâ, 1207 yılında
Ho-rasan'ın Belh şehrinde doğmuştur. Babası "sultan'ül-ulemâ" diye anılan
Bahâeddin Veled, annesi ise Mü'mine Hatun'dur. Horasan sofilerinden olan
Bahâeddin Veled, devrinin hocası Fahreddin Râzî ile anlaşamayınca, önce Hicaz'a
gider, sonra Anadolu Selçuklu Sultanı Sultan Alâaddin'in çağrısı üzerine
Konya'ya gelir. Aile buraya yerleşir.
Bütün dünyaca
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî diye anılan şair; babasından, Seyyid Burhaneddin
Tirmizî'den aklî ve naklî bilgileri öğrenir. Sonra serbest duygulu, hür
düşünceli bir derviş olan Şems-i Tebrîzî ile tanışır ve kendisini cezbe âlemine
kaptırır. İlâhî hallere düşer.
XIII. yy.'ın en büyük sôfi
şairi olan Mevlânâ, aşk yolu ile Hakikat'e yani Allah'a varmak ister. Aşkın
çetin yollarını aştıktan sonra, 17 Aralık 1273 yılında Konya'da
ölür.
Türk Tasavvufu'nun en büyük kurucusu olan şairin
başlıca eserleri: Divân-ı Kebir, Mesnevî, Fîhi Mâfîh, Mektûbât ve Mecâlis-i
Seb'a'dır.
TASAVVUF NEDİR
"Tasavvuf, İslâm dünyasında, sosyal hayatla geniş ölçüde birleşerek
inanmış halk kütleleri arasında büyük alâka ve heyecan uyandıran bir iman, bir
fikir ve irfân cereyânı ve bir aşk hâdisesidir." (1)
"Tasavvuf, yalnız Allah'ın varlığı inancına dayanan bir sistemdir."
(2)
"Tasavvuf, insanın yaşattığı ve geliştirdiği ruh
hayatıdır." (3)
"Tasavvuf, Allah'ın seni senden giderip,
kendisiyle diri kılmasıdır." (Cüneyd-i Bağdadî)
"Tasavvuf,
insanî vasıfların yok olduğu bir hâl'dir." (Ebû Ya'kub el
Müzâyil)
"Tasavvuf, isim değil, hakikat olan şeydir." (Ali
bin Ahmed-el Bûşenci)
"Tasavvuf, kalbi yalnız Allah'a
bağlayıp mâsivâ'dan ilgiyi kesmektir." (İmam-ı Gazalî) (4)
VAHDET-İ VÜCÛD
Yukarıda bazı tanımlarını
vermekle yetindiğimiz ta-savvuf sistemi, Vahdet-i Vücûd, yani varlığın birliği
inancına dayanır. Asıl varlık Allah'tır. O'ndan gayrı olan her şey, birer
hayâlden başka bir şey değildir. Allah'tan başka bütün varlıklar, Allah'ın
gölgesidir. Zira bu inanca göre Allah, "adem"e (yokluk) baktı ve orada kendi
aksini gördü. Güzelliğine hayran oldu ve kendi güzelliğinin bilinmesini diledi.
"Kün" (Ol) dedikten sonra bütün varlıklar yaratılmış oldu. Yalnız bu
varlıklardan insana, ilâhî ruh üflendi ve varlığı, iyiyi, güzeli görebilecek,
sezebilecek üstün mahlûk yaratılmış oldu.
"Dirilten de
O'dur, öldüren de O. O, bir işin olmasını diledi mi, ona yalnız 'ol' der, o da
oluverir." (5)
"O gün senin çalabın meleklere buyurmuştu: İşte Ben balçıktan,
işlenmiş kara topraktan bir âdemoğlu yaratacağım. Öyleyse Ben onu düzenleyip de
kendi ruhumdan üfürünce, onun için secde edeceksiniz." (6)
Mevlânâ Celâleddin bu olayı Mesnevî'sinde şöyle dile
getirir:
"Ol!" desin: Bin kuşku, bin gerçek
olur;
Bin hayâl: "Ol!" derse bin hikmet
olur.
"Ol!" desin: Bin kuşku, bin gerçek
olur;
"Ol!" desin: Nefretten aşk eyler
zuhur.
(Mesnevî, 553 ve 554.
beyitler)
Varlık, güzellik ve iyilik Allah'ın
vasıflarıdır. Allah, sık sık ululanmasını ve övülmesini ister. "Övülmek yalnız
Allah'a yaraşır. O Allah ki bütün varlıkların çalabıdır." (7) Bu sebeple kendi
varlığının bilinmesini diler. Bir şeyin farkına varabilmek için zıd hâdiseler
lâzımdır. Nasıl hasta olmayan kişi, sağlığın kıymetini bilmezse, varlık,
güzellik ve iyilikle yoğrulmuş kişi de, bu vasıfların değerini
anlayamaz.
O halde Allah'ın sayılan vasıflarına karşılık,
geçici birer hayâl olan hiçlik, çirkinlik ve kötülük gibi vasıflar insana
verilmiştir. İnsan, bunları yaşadıktan sonradır ki, tek varlığa, büyük hakikate,
Allah'a varabilecektir. Zaten insanın mayasındaki ilâhî nur, onu buna
zorlayacaktır.
Bunu anlayan Mevlânâ, Mesnevî'sinde yer
yer, şöyle seslenir:
Bir asıldan aktılar çağdan
çağa,
Dön bu çift ummandan, er ilk
kaynağa.
Bellidir âyarda kalp altınla
has,
Bir mihenk olmazsa insan anlamaz.
(Mesnevî, 301 ve 302. beyitler)
Önce:
Yüz elmayla say yüz ayvayı,
Sonra: Sık birlikte, kalmaz
yüz sayı.
Sayma yok mânâda; yahud bölme
yok,
Yok ayırdetmek ve birleştirme yok.
Hoş olur dostuyla dostun vahdeti,
Sen de koş
mânâya, terket sûreti.
Mahvedersen, bil ki serkeş
sûreti,
Mutlaka buldun demektir
vahdeti.
Gösterir her kalbe Hak hem
kendini,
Hem bırakmaz hırkasız dervişini.
(Mesnevî, 688, 689, 690, 691 ve 693.
beyitler)
Mevlânâ, ikilikten kurtulmak ve
vahdete ermek için bir mihenk lâzımdır, der. Şüphesiz bu mihenk, insanı kuşatan
zıtlıklardır. Ancak bu zıdlıklar aşıldıkça, insana Allah, kendini gösterecek,
yani insan vahdete erecektir.
Fakat ten ve nefis buna
engel olacaktır. Çünkü hem ten, hem nefis insanı mâsivâ endişesine
düşürür.
TEN, NEFS VE CAN
Ten ve can'ın yaratılışını
yine Kur'an'dan izleyelim: "Her yarattığını güzel yaratan, âdemoğlunu yaratmaya
balçıkla başlayan O'dur... Sonra onu düzene koydu, ona kendi ruhundan üfürdü.
Sizin için kulaklar, gözler, gönüller de yarattı. Yine de pek az
şükrediyorsunuz."(8)
Kur'an'a göre: Ten, balçıktan yapılmış olan
bedendir. Ruh ise, Allah'ın kendi ruhundan üfürdüğü ilâhî ruh'tur. Nasıl ki,
olgunlaşan meyve ağacın dibine düşerse, bu onun için nihaî son ise, "ten"in
arzusu toprağa, "can"ın arzusu ise, Allah'a dönmektir.
Mevlânâ'ya
göre:
Ten tuzaktır, rûhumuz: Av. Böylece,
Rûhu, Rabbim
kurtarsın her gece. (395)
Gece ruhlar, ten tuzağından ayrılır, az
da olsa vahdete erişir. Fakat:
Her sabah derken ışıklar:
"Merhaba!"
Çırpınır arz adlı altun akbaba.
Emreder Rab her
sabah candan öte,
Rûh akar can âleminden sûrete.
Rûha, ten
isminde gömlek giydirir.
Cisme, rûh isminde bir yük
bindirir.
Uykulardan sonra rûh dönsün diye,
Rûhu, Allah
iple bağlar gövdeye.
Rûhu, ip durmaz çeker tenden yana,
Dönsün otlaktan deyip ev, barkına.
(Mesnevî, 405'ten 410. beyitlere
kadar)
Görüldüğü gibi can, gece gündüz Canân'ı, Allah'ı
arzular. Ten ise, onu durmadan kendine çeker. Şaire ve tasavvuf ehline göre
yapılacak iş, ten tuzağını kırmak ve Canân'a kavuşmaktır. Halbuki, insan ömrü
boyunca, "can"ın bu arzusuna engel olmak için nefs, tene yardım eder. Nefs ve
ten, dünya yaşayışından zevk alır, insanı kararsızlıklara sevk eder. Nefs, ne
kadar doyurulsa, bir o kadarını daha ister.
Çünkü:
Çırpınırken tende can: "Cânân!" diye,
Verdi mal, Şah: Oldu sâhip
Gözdeye. (40)
Yem konulmuş bin çukur açmış ağız,
Yem arar
aç gözlü gaafil kuşlarız.
Cümlemiz olsak da ankâ adlı kuş,
Yok tuzaklardan bizimçin kurtuluş.
Ey tuzaktan kurtaran
Allahımız!
Yükselir her bir tuzaktan âhımız!
(Mesnevî,
380, 381 ve 382. beyitler)
Nefs puttur: Eyle dikkat
nefsine!
Kır! O puttan doğmasın bir put yine... (778)
Hep
"hevâ" hep "nefs"dir güz mevsimi,
"Cân" ve "akl" elbet, bahârın her
demi. (2093)
Yukarıdaki beyitlerden anlaşıldığı gibi, ancak nefs
putu kırılır ve can ile akıl birbirine yardım ederse, insan; ilâhî rûha
kavuşabilir. Bunun için de, aşk'a ve âşık'a ihtiyaç vardır.
AŞK,
ÂŞIK, AKIL
Can'ı Allaha vardıran, Allah aşkıdır.
Çünkü:
Aşk, öbür her hastalıktan ayrıdır,
Aşk, ilâhî
sırrın usturlâbıdır. (117)
Aşkı anlatmak için bin söz
desem,
Lâl olur dil görse bir âşık o dem. (113)
Aşkı
tefsîr et desek: âciz beşer,
Aşkı tefsîr etse ancak aşk eder.
(116)
O halde aşktan murat, ilâhî aşktır. Yani gerçek aşktır.
Zira:
Gerçek aşk gözlerdedir, canlardadır,
Goncalardan
tâze, dâim şen, şatır.
Aşkın ölmez; sev ölümsüz kimseyi!
Can sunar, can doldurup peymâneyi!
Aşkı bir kuvvet onun gelmez
sonu;
Sevdi peygamber dahi: Sen sev O'nu!
Rabbe çıkman
izni yoktur sanma hem,
Mâdem olmuştur Kerîm; eyler kerem.
(Mesnevî, 219, 220, 221 ve 222. beyitler)
Yoksa gerçek
olmayan (mecazî aşk) aşk, insanın çilesini artırarak, canın asl'a dönmesini
engeller. Bu sebeple Mevlânâ mecazî aşkı (geçici) şöyle
yermektedir:
Dış güzellik aşkı hiç gerçek değil,
Gün gelip
insanı pek eyler zelil! (206)
Ona göre insan, aşkın halleri ile
yoğrulmalı, ilâhî rûha âşık olmalıdır. Ancak bu sayede kişi, vuslat zevkine
erecek, asl'a dönecektir.
Kasdedip cânân, ölür âşık ne
gün,
Tam o gün âşıkda kalmaz gam, hüzün. (230)
Akılla
Allah sezilir, fakat kavranamaz. Akıl ancak sezgi aracıdır. Bu konuda şair şöyle
der:
Kaybedersin aklı, ey us sahibi!
Aklı yitmiş baş, olur
kuyruk gibi!
Hak'ka ermek olmaz âsla akl işi,
Aczi
bilmiştir de ermiştir kişi
(Mesnevî,954 ve 540.
beyitler)
Halbuki aşk öyle mi ya? Aşk, bilinmez olan, sır
olanı bildirir:
Anlatır aşk en bilinmez nesneyi;
Ayna hiç
gizler mi aksetmiş şeyi? (33)
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi;
ten, nefs ve akla uymamak zorundayız. Bunları yapabildiğimiz zaman, mâsivâ'dan
uzaklaşır, bilinmezin zevkine varırız.
Kurtarırsan pas ve isten
aynanı,
Parlatır nûruyla aynan her yanı. (35)
OLUŞ VE YOK
OLUŞ
Tasavvufa göre dokuz gökten geçen rûh, önce dört tabiate
girdi. Bunlar sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktur. Sonra dört unsura geçti:
Ateş, hava, su ve toprak (İniş Kavsi). Daha sonra rûh, sırasıyla madene, nebata,
hayvana ve insana geçti. Böylece rûh, tekrar Tanrı'ya yükseliş kavsine canlı
olarak girdi ve bir vücuda büründü.
Bu yüzdendir ki, rûh, tekrar asl'a
dönmek, vuslata ermek ister. Bu konuda Mevlânâ şöyle der:
Bir
asıldan aktılar çağdan çağa,
Dön bu çift ummandan, er ilk kaynağa.
(301)
"Toprakdın, gönül oldun; bilgisizdin uslandın. Seni böyle
çekip getiren, yine çekip oraya götürüyor." (Divân-ı Kebir)
İNSAN
VE DÜNYA
Öteden beri insan, mâsivâ'ya, dünyaya düşkündür. Dünya
zevklerini vuslat zevkinden, Bekaa bi'llâh'tan üstün görür. Dünyaya tutkunluk
ise, can'ın asl'a dönüşünü geciktirir. Çünkü dünya hayâlden ibarettir. Hayâlle
uğraşan insan, sonunda yaya kalır, varmak istediği hedefle arası
açılır.
Mevlânâ'ya göre:
Bön bir insan, tutmak ister
gölgeyi,
Fırlar ardından koşar iyden iyi.
Hiç düşünmez:
Gölge bir kuş gölgesi
Geçmez aklından, nenin bilmez nesi?
Gölge ölsün der: Atar ok durmadan;
Ok bitip, bomboş kalır okluk o
an.
Ok bitip, bomboş kalır ömr okluğu,
Şahsa, hülyâ
taddırır son yokluğu.
Öncü olsun bir kez Allah gölgesi,
Kurtarır sonsuz hayâlden herkesi.
Gölgesiymiş Rabbinin gerçekte
kul;
Kul ölüp Rabbiyle sağdır ey oğul!
(Mesnevî, 426'dan
431. beyitlere kadar)
Hayâl olan veya yalan dünya diye bilinen
dünyadan, mâsivâ dertlerinden kurtulmak için, hiyle ve kıskançlığı, hasedi bir
tarafa kaldırıp atmak gerekecektir. Ancak o zaman insan mutlu
olabilir.
Her kimin olmaz haset yol engeli:
Mutlu insandır
o insan, bilmeli! (439)
Mevlânâ engin bir pınardır. O pınardan içen
aydınlanacaktır. Çağları örten karanlıkların bilgisine erebilecektir. Mevlânâ,
önce çalışmak, sonra tevekkül çağrısını getiren, Kur'an'ı yer yer konuşan bir
sestir.
Gel tevekkül et çalışmak üzre hep;
Önce tohm ek,
sonra kıl hak'dan talep! (956)
Mesnevî'yi günümüz Türkçe'sine
kazandıran Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu'na teşekkürü bir borç biliriz.
(9)
Oyhan Hasan BILDIRKİ
(1) N.
Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, s. 115
(2) A.g.e. s.
115
(3) Mehmet Ulaş, Tasavvuf Üzerine, Hareket, Sayı: 80
(4)
Y. N. Öztürk, Tasavvuf III., Hareket, Sayı: 79
(5) Kur'an'ı Kerim,
Mü'min Sûresi, 68. âyet.
(6) Hicr Sûresi, 28 / 29. âyetler.
(7) Fatiha Sûresi, 1. âyet.
(8) Secde Sûresi, 7 / 9. âyetler.
(9) Mesnevî / Mevlânâ, A. Ö. Hacıtahiroğlu, Ötüken Yayınları.
Tasavvuf ve Mevlânâ, Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı: 338 s. 6 - 8 / Aralık
2001
Oyhan Hasan Bıldırki Makalelerine Dön
Bu sayfaya henüz yorum yazılmadı.