Oyhan Hasan Bıldırki


Haber bülteni üyeliği



Ziyaret Bilgileri

[ Pzt, 20 May 2024 ]
Toplam 17 ziyaret
17 benzersiz ziyaretçi

oyhanhasanbildirki » Altın Elma
       Sabırsızlık iyi değil. Biliyor musunuz? Sabırsız, düştüğü yolda yaya kalır. Ne dost ne binek bulur kendisine. Üzüntü sofralarına oturur acıktıkça, üzüntü yemekleri yer lokma lokma.
       İzin verin, az bekleyin, acele etmeyin. Sihirli aynama bakmalıyı yine, size masal anlatayım diye.
       Kim fısıl fısıl konuşuyor öyle? ?Masalmış?? diye.
       Masal, öyle ya. Masal, masal. Gerçek merçek değil, laf ebeliği, kuru kalabalık söz yığını.
       Hiç de öyle değil.
       Bakın anlatayım.
       Size hayatımızın gerçek karelerinden birini örnekleyeyim.
       Okuldan evine dönerken, yolunu şaşıran, karakola sığınan çocuğa sorarlar:
       - Eviniz nerede?
       - Parkın karşısında.
       - Peki, park nerede?
       - Evimizin karşısında.
       - Eviniz nerede?
       - Parkın karşısında.
       - Park nerde?
       - Evimizin karşısında.
       - Eviniz?..
       Bu konuşma, ev bulunana kadar sürer. Sürer ama çocuğun gözyaşları o vakte kadar hiç dinmez.
       Oysa diline çevik olanlarımız kestirmeden söylemişler:
       - ?Her harf bir kalp taşır, her kelime çok mezar!?
       Doğru değil mi?
       Şimdi gelelim sözün özüne, amma da masalmış diye diye.
       Bir varmış, bir yokmuş.
       Ülkenin birinde, seyrine doyum olmayan padişahın bahçesinde, her yıl sadece bir tek meyve veren ulu bir elma ağacı var. Bu asırlık elma ağacı, mevsiminde çiçek açar, yüzlerce elmaya yüklenir. Ancak bu elmalardan teki, irileşir, üstüne altın benler düşe düşe olgunlaşır. Ötekiler güneş gördükçe kurur, yel vurdukça dökülür. Belki de olgunlaşan altın benekli tek elmaya yer açarlar.
       Amma hepsi nafile.
       Daldaki altın elmayı herkes görür de, olgunlaşır olgunlaşmaz, onu ancak alan bilir, belki sabaha karşı, belki gün ortasında, bu altın elma[1] sır olur çıkar. Gözünü iyice açsan göremezsin, dala uzansan tutamazsın. Altın elmanın yerinde yeller eser.
       Bir yıl böyle, sonraki yılda böyle derken, padişahın oğulları elma bekçiliğine soyunma kararı alırlar. Aldıkları kararı padişah babaları da uygun görünce, her yıl sırasıyla elma bahçesinde altın elmanın olgunlaşmasını beklerler.     
       İlk yıl sıra, yol yordam bilir, öteki kardeşlerine da örnek olur diye padişahın büyük oğluna verilir. Büyük oğul, büyüklüğünün gururuna kapılır.
       - Şimdiye kadar tutuştuğumuz bütün oyunlarımızda kardeşlerimin hangisine yenildim ki altın elma bekçiliğindeki zaferi, onlardan birine kaptırayım, diye seslice düşünür.
       Dediğinden utanır, sağına soluna bakar, kendisini bir duyan oldu mu diye. Bereket o saat yanında ne kardeşleri, ne de başka birileri var.
       - Bu, iyi işte! der, bu iyi. Bereket, bu dediklerimi hiç kimse duymadı. Doğrusu, duyup öğrenmelerini de istemem. Sonu neye çıkarsa çıksın, bu yıl altın elmayı dalında tutacak, onu hiçbir kişiye ya da öteki varlıklardan birine kaptırmayacağım. Babam beni beğensin, neler yapabileceğimi öğrensin, tahtı için gözü arkada kalmasın diye, dalında tutacağım.
       Ne denir?
       Gurur, zayıflık. Yenilme sebebi. Gururunun esiri olanlara, zafere açılan kapıların hepsi birer birer kapanır. Elbette yapacaklarımızı sıralamalı, ilkin hangisinden başlayacağımızı bilmeliyiz. Başarıya giden yolda atılacak ilk adım, budur. Fakat, gurur? Ah, gurur!
       Atalarımız, sözü baştan güzel söylemişler, üstelik doğru demişler: "Altı olur, yedi olur, sonunda Allah'ın dediği olur."
       Altın elma çiçekleri yine mevsiminde açılmış. Herkeste bir merak, bu işin sonu nereye çıkacak diye.
       İnanın, o merak bende de var.
       Ya sizde?
       Haydi, beraberce o bahçeye gidelim, nefesimizi tutup iş nereye varacak, bekleyelim.
       Padişahın büyük oğlu da öyle yapmış. İşi başından sıkı tutmuş, hazırlıklarını bitirir bitirmez, elma çiçekleri dalda görünür görünmez, koca bahçeye koşmuş. Suluklarını doldurtmuş, katık torbalarını hazırlatmış. Kullanabileceği bütün silahların bakımını yaptırtmış. Gece ayazında üşümesin diye kalın urbalarını da yanına almış. Kekiktir, nanedir o devirde de nefes açsın diye sıcak suda demlendirilip içilen bitkiler unutulmamış.
       Asırlık elma ağacı, yeniden, yüzlerce elmaya yüklenmiş. Ancak bu elmalardan teki, irileşmiş, üstüne altın benler düşe düşe olgunlaşmış. Ötekiler güneş gördükçe kurumuş, yel vurdukça dökülmüş. Olgunlaşan altın benekli tek elmaya yer açmışlar.
       Her şey bambaşka?
       Padişahın büyük oğlu söylenmiş;
       - Görev bende şimdi. Gözümü dört açmalı, olgun elmayı dalından kopartmamalıyım. Ay da ne kadar parlak bu akşam. Sanki bana gülümsüyor. Başka zamanlarda gördüğüm gibi kaşları çatık matık değil. Talihim de böyle olsa, bu yıl bana gülümsese? Hiç umulmadık bir terslik çıkmasa. Önceden duymuşluğum var: İnsanın ters gitmeye görsün işi, süt içerken kırılıverirmiş dişi. O hesap, çok dikkat etmeliyim. İyi de, bu çılgın rüzgâr nerden çıktı şimdi? Sivrisinek gelmesin diye yaktığım ateşi harlandırıp, bir maraza, yangın mangın çıkarmasak bari.
       Rüzgâr, çıldırmış gibi esiyor, estikçe bin bir çeşit ıslık çalıyor. İsli ateş, arada bir parlıyor, alevlerini gökyüzüne salıyor.
       Padişahın büyük oğlu, baştan ayağa dikkat kesildi. İsli ateşin çıkardığı duman bazen gözüne kaçıyor, gözbebeklerinden şıpır şıpır yaşlar dökülüyor. Bir de rüzgâr, sanki çıldırmış gibi esen rüzgâr dinmek bilmiyor.
       - Bu rüzgârın bir edeceği olmalı. Ateşi söndürmeliyim desem, sivrisinek belasından kurtulamam.  Dikkatli olmalıyım.
       Uzakta çakal ulumaları, yakınlarda bir yerde puhu kuşunun insanın yüreğine korkular indiren sesi. Bu gece, hiç de tekin değil. Ürkütücü dakikaları koynunda saklıyor.
       Kalabalık çocuk sesleri, çılgın rüzgârın ıslık seslerine karışıyor.
       Uzakta çakallar uluyor, beride puhular ötüyor.
       Padişahın büyük oğlu, esas duruşa geçip selam durdu. Onlarca çocuk, önlerindeki bayraktarlarını izliyor, padişahın büyük oğlunun önünden geçiyor. Bayraktar, tavuk telekleriyle süslediği kargı[2]sının tepesine bir soğan geçirmiş. O kadar da kalabalıklar ki, tören geçişinin biteceği yok.
       Kızlı erkekli onlarca çocuk, bir ağızdan bağırdılar, sanki birini çağırdılar:
       - Poyraz Ebesi!.. Boyraz Ebesi!..[3]
       Durmadılar, elma bahçesini turlayıp, sokaklarda gezdiler, uğradıkları evlerden sıra ile yağ, bal, pekmez, un topladılar. Vermek istemeyenlerin kapısını küllediler, onun üzerine küçük su döktüler.
       Hem yürüdüler, hem de hep bir ağızdan bağırdılar:
       - Veren veresi, vermeyenin gök başlı bir oğlu olası!..
       - Veren versin, vermeyenin gök başlı bir oğlu olsun.
       - Gök başlı bir oğlu olsun!
       Ayşe ebenin kapısını çaldılar, topladıkları malzemelerin tamamını ona verdiler. Ayşe ebe, avlusunun ortasındaki yer ocağına gitti. Ateşi yaktı. Onlarca çocuk, yanan ateşin etrafında halka oldular. Karılacak helvanın pişmesini beklediler. Az sonra Ayşe ebe, ateşin közünü sağa sola çekti, pişirdiği helvanın soğumasını bekledi. Daha sonra sırayla yanına gelen onlarca çocuktan her birine top top yaptığı helvalardan birini verdi.
       Padişahın büyük oğlu;
       - Ah, şimdi ben de onların arasında olmalıydım, dedi.
       Hayıflandı, durumuna üzüldü.
       Hızını azaltan çılgın rüzgâr, son defa onun yanaklarında dolaştı. Padişahın büyük oğlu, kendine geldi, gördüğü rüyadan gerçeğe döndü.
       - Aman Allah'ım, daldaki altın elma yerinde yok! Şimdi ben ne yaparım, hangi yüzle padişah babamın ve kardeşlerimin karşısına çıkarım diye dövündükçe dövündü.
       Tanyerinde güneşin kızıl renklerinin bayramı var. Ulu dağlar uç verdikçe, altın elma bahçesinde hüzün türküleri söylenmeye başladı.
       Gündür, aydır, yıldır dediğin ne ki?
       Göz açıp kapayana kadar geldi geçti.
       Asırlık elma ağacı, yeniden, yüzlerce elmaya yüklendi. Ancak içlerinden teki, irileşti, altın benlerle süslenip olgunlaştı.
       Ötekiler güneş gördükçe kurudu, yel vurdukça döküldü. Dalda altın benekli tek elma kaldı.
       Bu defa sıra padişahın ortanca oğluna gelmişti. Elma bahçesindeki altın elmayı kimselere kaptırmayacak, olgunlaşınca padişah babasına götürecek. O, bu işin üstesinden gelecekti. Çünkü ağabeyi kendisine nelere dikkat etmesi gerektiğini birer birer anlatmıştı.
       Atalarımız, vaktinde söylemişler: "Ön teker nereye çekerse, arka teker de oradan gider."
       O hesap?
       Yazılan, bozulmuyor. Bu defa da öyle oldu. Padişahın ortanca oğlu da, sanki bir filmi yeniden izliyormuş gibi çılgın rüzgârın çıkmasını, isli ateşi, sivrisinek belasını, puhu kuşlarının ötüşlerini, "Poyraz Ebesi"ni oynayan çocukları, en öndeki bayraktarı, kendisine pişirdiği helvayı uzatan Ayşe ebeyi gördü.
       Hayıflanıp, içine düştüğü durumuna üzüldü.
       Hızını azaltan çılgın rüzgâr, son defa onun da yanaklarında dolaştı. Padişahın ortanca oğlu, kendine geldi, gördüğü rüyadan gerçeğe döndü.
       - Aman Allah'ım, daldaki altın elma yerinde yok! Şimdi ben ne yaparım, hangi yüzle padişah babamın ve kardeşlerimin karşısına çıkarım diye dövündükçe dövündü.
       Tanyerinde güneşin kim bilir kaçıncı defadır görülen kızıl renklerinin bayramı var. Ulu dağlar uç verdikçe, altın elma bahçesinde hüzün türküleri bu defa da söylenmeye başladı.
       Gündür, aydır, yıldır dediğin ne ki?
       Göz açıp kapayana kadar gelir geçer.
       Bir yıldır hüzün düşmüş sarayın ışıkları yeniden pırıl pırıl yanmaya başlar. İki oğlunun beceriksizliği padişahı yıldırmış, gözünü korkutmuştur. Bu yıl küçük oğlunun elma bahçesinde bekçilik edip altın elmayı beklemesine razı gelmez.
       - Oğullarımın en küçüğü sensin, toysun. En namlı pehlivanlarımın sırtını yere bastıran büyük oğlum, o işin üstesinden gelemedi. Yarışta bütün atlılarımı geride bırakan ortanca oğlum da, o işin üstesinden gelemedi. Henüz senin bir hünerini görmedik küçük oğlum.
       - Hüner, akıl işidir baba!
       - Öyle de, oğullarımdan tek sana kıyamam. Daha küçücüksün, körpesin.
       - Bu defa sıra bende, baba! Böylece görmediğin hünerim ortaya çıkar. Benim nöbetimde altın elmayı, her kimse, nasıl bir yaratıksa, asla dalından yere indiremez.
       - Aferin sana, aferin! Ama yine de bu işten vazgeç oğul. Bir sende kalan umudum, tükenmesin.
       - Sağ oldukça umudunun bende yeşerdiğini göreceksin baba. Üstelik bana ağabeylerim neyi, ne zaman yapmam, nelere karşı uyanık olmam gerektiğini birer birer anlattılar. Vaktinde bahçeye gidecek, asırlık elma ağacındaki altın elmayı dalından kimselere kaptırmayacağım. Bunu böyle bil, baba.
       - Benimki bir uyarı oğul! Öteki oğullarım gibi senin de utanmanı istemiyorum.
       - Bana güven, baba!
       - Peki, öyle olsun.
       Doğan güneşle birlikte sabahın olması, ulu dağların gölgelerinin uzamasıyla akşamın başlaması bir vakte bağlı. Vakitsiz horoz bile ötmüyor, ağaçta çiçek açmıyor, dalda yaprak kıpırdamıyor. Dizgini tutulmuş ırmaklar, coş denmeyince coşmuyor.
       Gündür, aydır, yıldır dediğin ne ki?
       Göz açıp kapayana kadar gelip geçer.
       Padişahın küçük oğlu, ön hazırlıklarını tamamladı, alacaklarını yanına aldı.
       - Zaman, bu zamandır! deyip yola düştü. Atını sürdü.
       Yolda, yol kenarına çökmüş, başıkabak ayağı çıplak ihtiyar bir adam gördü. İhtiyar adamın çözemediği sıkıntısı vardı. Sol ayağını kaldırıp kaldırıp altına bakıyor, aradığını bulamıyordu.
       Padişahın küçük oğlu, onu gördü, yanından geçip gitmedi. Selam verip selam aldı. Atından atladı, ihtiyarın yanı başına çömdü. Ona, derdini sordu.
       - Baba, görüyorum sıkıntılısın. Besbelli canın yanıyor. Ne oldu?
       - Topuğuma diken battı ama bir türlü göremiyorum.
       - Hangi topuğuna?
       - Ah, bilsem?
       - Seni izlediğim zaman içinde, hep sol ayağınla ilgilendiğini gördüm. Niçin bir kere de sağ ayağının topuğuna bakmıyorsun?
       İhtiyarın gözleri parladı. Sağ eliyle başına vurdu:
       - Doğru ya! Nasıl oldu da bunu akıl edemedim?
       Hiç beklemedi, sağ ayağının topuğuna baktı. O topuğuna batmış dikeni gördü. Çekti, çıkardı. Rahatlayıvermişti.
       Padişahın küçük oğluna baktı, onu tepeden tırnağa süzdü.
       - Oğul, dedi, uzun bir yolculuğa çıkmış gibisin.
       - Nerden biliyorsun?
       - İçime öyle doğdu.
       - İçine her doğan şeye inanır mısın?
       - Bu, niyetine bağlıdır. İnsan kalbine, fena şeyler doğmaz.
       - Öyle olup olmadığını bilemiyorum. Yorgunsan burada kal, değilsen benimle gel. Yedeğimdeki atlardın birini sana verebilirim.
       - Yorgunum oğul! Burada biraz dinlenmeliyim. Yolcu yolunda gerek. Sen yoluna devam et. Oturanın, yürüyene borcu vardır. Sana boyu küçük ama gördüğü iş çok büyük olan bir yaka mızrağı vereceğim. Onu yakana tak. Sıkıştığında kullan. Oğul, bir de şunu unutma: Olmaması gereken şeyler gördüğünde, hemen sırtını dön. Gördüklerim nedir deyip meraklanma. Artık hiçbir şey sorma ve söyleme. Hemen yola çık.
       Padişahın küçük oğlu, ihtiyarın kendisine uzattığı yaka mızrağını avucuna aldı. Gerçekten küçücük bir mızraktı. Beklemedi, o mızrağı yakasına taktı.
       İhtiyar, ermiş miydi ne, görünmez oldu.  
       Padişahın küçük oğlu, yeniden yola düştü. Elma bahçesine vardı. Bahçede büyük bir şenlik var. Ağaç dallarında konaklamış kuşlar, bin bir türlü şakıyor. Dal uçlarındaki çiçekler adamın aklını başından alıyor. Ya bahçenin bütününü baştan sona renk renk halılar gibi kaplamış olan gelincikler, beyazlı sarılı papatyalar, reyhanlar, naneler, adını bilemediğimiz öteki çiçekler. Yuvalarında uyuklayan puhular. Ufukta kocaman bir altın siniyi andıran güneş, geceyi başlatmakta nazlanıyor.
       Demek, akşamın eli kulağında.
       İşte dağların gölgesi uzamaya başladı bile. Onca ağaç sanki sıraya dizilmişler, zaman elverdikçe gölgelerini göstermez oldular. Ufukta kocaman bir altın siniyi andıran güneşin önünde uçuşan binlerce sayısız kuş, kim bilir kaçıncı akınlarından dönüyorlar. Gölgeler uzadıkça, güneş alçaldı, birdenbire kayboldu. Akşamın serinliği başladı. Nöbet yerini belirleyen padişahın küçük oğlu, yaka düğmelerinden birini kapattı. Her türlü zararlıdan korunmak için ateş yaktı. Tutuşturduğu dalların arasına tezek[4]ler koydu. Tutuşan tezeklerin çiy, gri dumanları her tarafı sardı.
       Az sonra rüzgâr, çıldırmış gibi esmeye başladı, estikçe de bin bir çeşit ıslık sesi çıkardı. Alan ateşi, arada bir ansızın parladı, alevlerini gökyüzüne saldı.
       Padişahın küçük oğlu, baştan ayağa dikkat kesildi. Alan ateşinin çıkardığı dumanlar zaman zaman gözüne kaçsa da, gözbebeklerinden şıpır şıpır dökülen yaşları elinin tersiyle sildi. Sanki çıldırmış gibi esen rüzgâr dinmek nedir bilmedi.
       - Çılgın rüzgârın bir edeceği olmalı. Ateşi söndürsem, sivrisinek belasından kurtulamam. Çaresi yok, buna katlanmalıyım.
       Uzakta çakal ulumaları arttı, yakınlarda bir yerde puhu kuşunun insanın yüreğine korkular indiren sesleri duyuldu. Sanki bu gece de tekin değil. Ürkütücü dakikaları koynunda saklıyor, üstesine inadına onları daha da besliyor.
       Olgunlaşan altın benekli tek elma dalında kurulmuş, çalım satıyor.
       Kalabalık çocuk sesleri, çılgın rüzgârın ıslık sesleri arasında yükseliyor.
       Uzakta çakallar uluyor, beride puhular ötüyor.
       Padişahın küçük oğlu, aklına geleni seslendirdi:
       - Bu çocuklar tekin değil. Üstelik hiçbiri de benimle gelmedi. Hemen ihtiyarın dediği gibi yapmalıyım. Fakat bu arada gözümden ayırmadığım altın elmayı ya kaptırırsam? Yok yok, şimdi ihtiyarın dediğini yapmalıyım. Hemen sırtımı dönmeli, arkamda gizlenen asıl tehlikeyi görmeliyim.
       Öyle yaptı, geri döndü.
       Döndü, ya?
       Dönmesiyle birlikte bahçedeki en iri ağaçlardan onlarcasından daha büyük olan yedi başlı ejderhayı gördü. Bu ejderhanın boyu, en ulu minareden daha büyük. Kolları da en yaşlı çınarın kollarından daha uzun. Kollarının her birinde sayısız adam başından yapılmış çıngıraklar asılı. Yedi başından her biri padişahın küçük oğlunu avlamak için sıralı sırasız uzanır, yakalamaya çalışır. Yedi başlı ejderha yaptığı üç saldırının hiçbirinden sonuç alamaz.
       Padişahın küçük oğlu, cesaretlenir, yedi başlı ejderhaya seslenir:
       - Şimdi sıra bende altın elma avcısı. Demek şimdiye kadar ki bütün altın elmaları dalından koparan sendin? Ancak bundan sonra avucunu yalayacaksın.
       - Evet, evet bendim. Altın elmaları koparan bendim.
       - İyi de dişinin kovuğuna bile sığmayacak kadar küçük olan altın elmanın sana ne faydası olur? Niçin her yıl o elmanın peşine düşersin?
       - Ah, o altın elmadaki gücü bir bilseydin, başında yer götürmez ordularla beklerdin!
       - Neymiş ondaki güç?
       - Söylesem bile nasıl olsa bundan sonra sana da hiç yararı olmayacak?
       - Orasını ancak Allah bilir. Söyle bakalım, neymiş altın elmadaki güç?
       - Her kim bu altın elmayı yerse, yeniden gençleşiyor.
       - Demek, bütün mesele bu, ha?
       - Evet, ben de bunca yaşıma rağmen hâlâ genç kalışımı ona borçluyum.
       - Bundan sonra altın elmayı dalından asla koparamayacaksın, biliyor musun?
       - Neden?
       Padişahın küçük oğlu, yedi başlı ejderhanın bu sorusuna aldırmadı. İhtiyarın kendisine verdiği yaka mızrağını taktığı yerden çıkarıp aldı. Bütün gücüyle mızrağını ejderhaya fırlattı. Kerametli yaka mızrağı, yedi başlı ejderhanın altısını deldi geçti.
       Yedi başlı ejderha can havliyle meydan okudu:
       - Erkeksen bir daha fırlat mızrağını!
       Padişahın küçük oğlunda başka bir mızrak yok ki, fırlatıp atsın. Hiç belli etmedi, yedi başlı ejderhanın bu sözünü karşıladı:
       - Erkek dediğin, yaralıya bir daha saldırmaz. Eğer yaşamak istiyorsan; var git, yaralarını iyileştir bir köşede.
       Yedi başından altısını yitiren ejderha, bir başıyla da yaşayabileceğini düşünür. Bu oğlanla baş edemeyeceğini anlar, yürek yangınını söndürmek için, gelirken yolunun üstende gördüğü pınara koşar;
       - Benim canımı alan, malımı da yesin! diye bağıra çağıra suya dalar.
       Padişahın küçük oğlu, sabaha kadar gözünü kırpmaz. Gözlerini kuşatan uykunun kurşun askerleri yakasını bırakmasa da, zaman zaman şarkılar söyler, böylece uykusunu bastırır. Tan vaktinin ilk aydınlığı dağlar ardından söker sökmez, elma ağacına bakar, altın elmanın dalında sallandığını görür. Başarmanın gururunu yaşar. Hemen saraya gitmektense, elma bahçesinde oyalanmayı uygun görür. Elma ağacının dibinden ayrılmaz.
       Padişah ve iki oğlu, küçük oğlanın dönmeyişine endişelenirler. Saraydan çıkar, elma bahçesine gelirler. Küçük oğul, gülümseyerek gelenleri karşılar. Sarmaş dolaş olurlar.
       Padişah, daldaki elmaya uzanır, avuçladığı elmayı koparır.
       Padişahın küçük oğlu, bütün gece neler olduğunu, nelerle karşılaştığını ve yedi başlı ejderhayı onlara anlatır.
       Padişah;
       - Altın elma bende. Şimdi saraya dönmeliyim. Bana kalırsa, üçünüz de benimle gelin, der.
       Padişahın büyük oğlu, kendi fikrini açıklar.
       - Yedi başlı ejderhanın peşinden gitmeliyiz. Bu ejderha neyin nesiymiş, kimin fesiymiş, anlamalıyız. Öyle değil mi ortanca kardeşim?
       Padişahın ortanca oğlu da ona katılır.
       - Bu, doğru. Bizim ilk önce yapacağımız budur. Yedi başlı ejderhanın peşine düşmeliyiz.
       Padişahın küçük oğlu, padişah babalarından izin ister. Üç kardeş, hiç beklemez, hemen yola çıkarlar. Yedi başlı ejderhanın kan izlerini kendilerine kılavuz edinirler. Bol ağaçlı ulu dağın eteğindeki pınarı görürler. Yaklaşırlar. Ayaküstü yapacaklarını kararlaştırırlar.
       Padişahın büyük oğlu;
       - Yüzme bilsem, gözümü kırpmadan suya dalarım, der.
       Padişahın ortanca oğlu;
       - Ben de öyle, yüzme bilsem hiç beklemem, suya dalardım, der.
       Padişahın küçük oğlu;
       - Desenize iş bana düşüyor. Yüzme dersleri aldım, dibi görünmez derin sulara da girip çıktım. Bu macerayı başlatan benim, bitiren de olmalıyım, der demez, pınara girer.
       Suyun altında sihirli bir dünya var sanki. Bin bir çiçeğin süslediği, onlarca kuşun ötüştüğü dillere destan bir yer. Kelimelerle anlatılması zor bir yer. Sıla özlemiyle yanıp tutuşmayacaksanız, yaşanılacak bir yer. Havası kirli değil, doğal.
       Padişahın küçük oğlu, sağa sola baktı. Hiç olmazsa bu güzel yerde, bir insan sesi duymalı, nefesini nefsiyle paylaşmalıydı. Durmak olmaz, diye düşündü. Yürüdükçe yürüdü. Yedi başlı ejderhanın kan izlerini kılavuz edindi. Hiç korkmadı, yürüdükçe yürüdü.
       Üç saat mi, üç gün mü desem, ne desem? Bilmem ki?
       Ama bildiğim bir şey var: Amacı olan, eninde sonunda ona erişir.
       Padişahın küçük oğlu, bir kulenin alçak penceresinden, kendisine el eden dünyalar güzeli kızları gördü. Onlara seslendi:
       - Orada öyle duracağınıza, aşağıya insenize.
       İçlerinden biri;
       - İnemeyiz, dedi.
       - Niçin?
       - Ayaklarımız kelepçeli.
       - Neden?
       - Boyu en ulu minarelerden daha büyük, kolları en yaşlı çınarın dallarından daha uzun olan yedi başlı bir ejderha, bizi bu kuleye kapattı, ayaklarımızı da kelepçeledi.
       - Anladım. Fakat merak ediyorum, siz in misiniz, cin misiniz?
       - Ne iniz, ne ciniz! Biz de senin gibi insanız.
       - Size yardım etmek için ne yapmalıyım?
       - Kulenin anahtarı, ejderhanın sağ cebinde. Erişip alabilirsen ne iyi. Alamazsan derdimize yanarız
       - Peki, bu ejderha nerede barınır, daha çok nerede eğlenir?
       - O, şimdi seferdedir?
       - Ne seferi?
       - Her yıl, yılda bir defa geziye çıkar. Elma bahçelerini dolaşır. Bir elmada gördüğü tek altın elmayı koparır, onu yer. Gençleşip, dinçleşir.
       - Öyle mi?
       - Evet.
       - Ben de onun peşindeyim. Bu ülkeye onu aramak için geldim?
       - Bulup da ne yapacaksın? Üstelik o, şimdi gençleşip, daha da dinçleşmiştir. Sana zararı dokunur. O yedi başlı bela ile baş edemezsin.
       - Olsun! Ama yine de onu bulmalıyım. Fakat nerede?
       - Arkanı dön, gözünün alabildiği yere kadar bak. Orada göreceğin en yaşlı çınarın gölgesinde oturur daha çok.
       Padişahın küçük oğlu, öğreneceğini öğrendikten sonra, beklemez, tarif edilen yeri bulmak için arkasını döner, yeniden yola koyulur.
       Yolunun üstünde henüz kurumamış kan izlerini görür. İz sürer. Yaşlı çınarın gölgesinde inleyen, tek başının derdine düşmüş yedi başlı ejderhayı görür.
       Ejderha, insan kokusu alır almaz, inlemelerini keser. Gözlerini açınca, gelenin kendisini yaralayan genç olduğunu anlar.
       Çıkışır:
       - Benim canımı alan, malımı da yesin, demiştim sana. Onun için mi üşenmeden buraya çıkıp geldin? Henüz gücüm yerinde. Oturup dinlen, yorgunluğun dinsin. Seninle kozumuzu paylaşmalıyız. Aramızdan biri, bu dünya için fazla. Çünkü ikimize dar geliyor. Fazla olanın işi bitsin. Kabul mü?
       - Yorgun morgun değilim. Üstelik mal dal peşinde de koşmuyorum. Üç güzel kızı kilitlediğin kulenin anahtarını güzellikle at bana.
       - Demek onları da gördün. Onlardan sana ne?
       - Belki de içlerinden birini beğenip, kendime alabilirim.
       - Güzel ama bendeki anahtarı kolay kolay alamazsın.
       - Neden?
       - Çenesi düşük birisin sen. Geldiğinden beri dır dır konuşmaktan başka ne yapıyorsun?
       - Sana yaptıklarımı unuttun mu?
       - Unutabilir miyim?
       - Güzellikle ver anahtarı!
       - Gel de al.
       Nasıl oldu bilmem, padişahın küçük oğlu gerildi, top gibi oldu, döne döne havada uçtu, ejderhanın canlı kalan tek başına şiddetle çarptı.
       Yedi başlı ejderhanın inlemeleri kesildi. Sesi soluğu çıkmaz oldu.
       Padişahın küçük oğlu, kızların kapatıldığı kuleye döndü.
       Onu gören kızlar, çığlık çığlığa bağırdılar.
       - Tamam mı?
       - Devin işi bitti mi?
       - Peki ya anahtar? Onları da aldın mı?
       - Almaz olur muyum? Ancak her şey sırasınca yapılır. Atalarımızdan öyle görüp öğrendik. İlkin bu kulenin kapısını açmalıyım.
       - Çabuk ol! Haydi çabuk ol!
       - Daha başka korkulacak bir şey mi var?
       - Yok!
       Padişahın küçük oğlu, zorlanmadan kule kapısını açar. Karanlık koridorların en ucundaki kapının altından sızan gün ışığını görür. O kapıyı da kolayca açar. Orada ayaklarından kelepçelenmiş kızlar karşısına çıkar. Kızların göz pınarlarından sevinç gözyaşları akar. Oğlan, ilkin kimden başlayacağını belirlemek amacıyla sorar;
       - Yaşça en küçüğünüz kim?
       Hemen "Benim!" diyenin yanına gider. Sırayla üçünü bağlandıkları kelepçelerden kurtarır. Kızlar aralarında kucaklaşırlar. Sevinç çığlıkları gökyüzüne çıkar.
       Padişahın küçük oğlu;
       - "Ümit bu ya, iki ağabeyim pınar başından ayrılmamıştır. Kızları da oraya götürürüm. Zaten bu üç kız, bizim kısmetimiz olmalı. İki büyüğüyle ağabeylerim evlenir, ben de kendime en küçüklerini alırım." diye düşünür.
       Hiç beklemezler, hemen yola çıkarlar. Padişahın küçük oğlu önde, pınara yaklaşırlar. Oğlan, pınardan süzülen gökyüzü ışığını görünce sevinir, bekler. Pınar önünde bekleşen ağabeylerini görür. Kızları sırasıyla dışarı çıkarır. Tam küçük kız dışarı çıkacakken, döner, daha yakışıklı görünsün diye padişahın küçük oğluna fındık verir. Bu fındık, sihirlidir. Kırmak için bastırınca, içinden muhteşem bir elbise çıkar fakat kendisi aslında hiç kırılmazmış.
       Padişahın büyük oğlu, sırasıyla kızların elini tutar, onları yanına çeker. Padişahın ortanca oğlu, kardeşinin elinden tutmak için hazırlanır. Pınarın fazla suyunu boşaltan dereden apışayım derken, pabuçlarını ıslatır. Beride padişahın küçük oğlu, elbise değiştirir. Dışarıdakilere çalım satmak ister. Onu övsünler, üstelik daha yakışıklı görsünler diye böyle davranır.
       Padişahın ortanca oğlu, kardeşine seslenir.
       - Haydi ver elini, tutayım. Seni dışarı çekeyim.
       Ancak, kendisine uzatılan eli tutamaz. Islak pabuçlarıyla kaygan bir taşa basmış, sırtüstü düşmüştür. Bu sırada ortalık kararır, pınar suyu bulanır.
       Arada;
       - "Elim sende, elim sende ağabey!" sesleri duyulur.
       Pınarın içinden çıkamayan padişahın küçük oğlu, ıslanıp ağırlaştığı, ağabeyinin elinden tutamadığı için, yedi kat yerin dibine iner. Masal bu ya; yeniden zorlu bir hayata başlar.
       Ancak, her zorluğun bir kolay tarafı var. Padişahın küçük oğlu, oldukça akıllı bir delikanlıdır. Hayata tutunmak için, etrafı güzelce inceler. Geceleyebileceği bir yer arar. Önünde büyücek kovuğu olan ulu çınarı görür.
       - Bundan iyisi, can sağlığı, der. Akşamın sabrı yok. Dağların gölgeleri uzamaya başladı. Geceyi burada geçirir, gündüz uzakta gördüğüm şehre giderim.
       Vakit dar da olsa, ıslak elbiselerini çıkarır, kurumaları için, yetişebildiği çınar dallarına asar. Akşam ayazı tenine değer, üşür. Bereket bu ayaz, hemencecik padişahın küçük oğlunun ıslak elbiselerini kurutur. Gece inmeden giyinir, yakındaki incir ağacının dalına uzanır, olgunlarından toplar, açlığını bastırır. Ancak hiç hayıflanmaz, ne olacak benim halim diye de düşünmez.
       Ne bir mum, ne bir çıra var.
       İşte akşam alacası düştü, düşüyor.
       Bütün bunlar ufku tutan güneşin umurunda mı?
       Padişahın küçük oğlu ne mum için dövündü, ne çıram var diye övündü. Nasıl olsa iş olacağına varacak, gecikse de dolunay karanlık geceyi aydınlatacak.
       Geceyi bir görmeliydiniz. İlkin tek tük görünen yıldızlar, birdenbire çoğaldı. Samanyolu'nda sıralandı. Yok Ülker'di, Çoban Yıldızı'ydı, Demir Kazık'tı derken, kayan yıldızlar da göründü.
       Böyle böyle derken, padişahın küçük oğlu, kurşun gibi ağır uyku baskınına yenildi. Hiç beklemedi, kovuğun açık ağzına yakın bir yerde uyuya kaldı.
       Sabah güneşi, bu defa padişahın küçük oğlunun üzerine doğdu. Geldim gittim, gittim geldim derken, besbelli yorulmuştu. Sabah güneşi açık alnına vurmuş, terlemişti.
       Bu ara boğa yılanına benzer, kocaman bir yılan, ulu çınarın gövdesine sarılmış, dolana dolana üstüne çıkmaya çalışıyordu. Çınarın dalları arasındaki yuvalarında palazlayan yavrular, "ciyak, ciyak!" bağrışıyor, tehlikede olduklarını anneleri Balabankuşu'na duyurmak istiyorlardı. Bu can yakan bağrışmalar, padişahın küçük oğlunun kulağında da gürledi. Hemen uyandı, kalkıp oturdu, olan biteni anlamaya çalıştı. Baktı, ulu çınarın gövdesine dolanmış yılanı gördü. Hem ürktü, hem korktu ama çare ipinin ucundan tutmak için, yerinden fırladı, kalktı. Sağ sola koştu, insan kafası büyüklüğünde koca taş parçalarından topladı. Eline aldığı son taştan başlamak üzere, bu taşları yılanın başıdır, kuyruğudur, neresi denk gelirse gelsin, orasına fırlatıp attı. Onca taş, koca yılanının işini bitirdi. Yılan, tutunduğu son daldan aşağıya doğru asılıp kaldı.
       Padişahın küçük oğlu, tehlikenin geçtiğini gören palazların neşesine katıldı.
       Nasıl duyup, nerden geldiyse Balabankuşu çıkıp geldi.
       Uzaktaki şehre gitmek için son hazırlıklarını yapan, pabuçlarının bağcıklarını bağlayan, padişahın küçük oğlunu açıkta yakaladı. Doğrudan yere kondu. İri taşlardan gagasıyla yetişebildiklerini toplamaya başladı. Besbelli bu taşları, öldürmek niyetiyle padişahın küçük oğlunun başına atacaktı.
       Yuvadaki palazlar, Balabankuşu'nu durdurmak için hep birlikte bağırdılar.
       - Sakın ha, sakın anam! O oğlan bizim dostumuz.
       - Sakın anam! Çabuk o taşları yere at! O, bizim dostumuz.
       - Dostunuz mu?
       - Evet, evet! O bizim dostumuz.
       - Öyleyse sizin dostunuz, benim de dostumdur.
       - Bu, çok güzel!
       - Güzel de, ne vardı da ciyak ciyak bağırdınız, niçin beni çağırdınız?
       - Şu dalda asılı koca yılanı görmedin mi?
       - Hani, nerde?
       Tam bu sırada dalda asılı olan yılan, "gürp" diye aşağı düşmez mi?
       Ancak Balabankuşu, düşene aldırmadı, oğlanın yanına gitti.
       - Az kaldı, kanlın olacaktım, dedi.
       - Neden?
       - Seni açıkta görür görmez, demek her yıl bu mevsimde buraya gelip bütün yavrularımı yiyen bu adam ha, diye düşündüm.
       - Ben de aynı şekilde düşünürdüm. Yer altı dünyasına ilk defa geldim.
       - İlk defa mı?
       - Evet!
       - Sana inandım. Yavrularımı da yılanın elinden kurtardığını öğrendim. Sana bir iyilik yapmalıyım.
       - Niçin?
       - Başka bir dünyadan geldim dedin ya, bakarsın oraya dönmek istersin.
       - Burada hiç kimsem yok ve çok sıkılıyorum. Ah, oraya dönebilmeyi çok istiyorum!
       - Öyleyse, haydi durma; dönmene yardımcı olacağım. Fakat yavrularımı da korumasız bırakamam. Onları yuvadan uçurmalıyım. Ama çok sıkılıyorum dediğini de duydum. Sakın şimdi buradan ayrılma, ya da dolaşsan da çok uzaklara gitme. Bir keresinde günü gelir de faydası olur diye, eşimin bana hediyesi olan uçan halıyı çok korunaklı bir yere saklamıştım.
       - Uçan halı mı?
       - Evet, uçan halı. Hemen arayıp bulmalıyım ve onu sana getirmeliyim.
       Padişahın küçük oğlu bir şey diyecekti ama Balabankuşu buna fırsat vermedi. Kanatlarını çırptı, rüzgârlandı, uçup gitti. Gittikçe gökyüzünün derinliklerinde küçük bir nokta oldu, daha sonra ansızın kayboldu.
       Oğlan,
       - Kadere bak, kadere bak diye söylendi.
       - Kadere bak!
       Yuvadaki palazlar, şarkıdan şarkıya geçtiler.
       Bütün gün ötüştüler.
       Balabankuşu, ikindi serinliğinde çıkıp geldi. Yanında uçan halıyı da getirmişti.
       - Kullanamam diye korkma. Uçan halıya binince, keyifleneceksin. Yapacağın tek iş var; halının üstüne çıkacak, şu süpürgeyle gideceğin yöne doğru halıyı süpüreceksin.
       - Bu kadar mı? Anladım.
       Ayrılık vakti çattı. Padişahın küçük oğlu, yuvadaki palazlara el salladı. Balabankuşu'yla helalleşti.
       Uçan halı, havalandı.
       Padişahın küçük oğlu, dur durak bilmedi, yeryüzüne döndü. Kimselere görünmemek için pınarın önüne kondu. Beklemedi, halıyı topladı. Elini, yüzünü yıkadı. Testilerini soğuk suyla dolduranlardan su istedi. Kime seslendiyse, su dolu testisini sesin geldiği yere uzattı. Fakat karşısında hiç kimseyi görmedi.
       - Amanın, pınarı cinler basmış deyip, hemen oradan ayrıldı.
       Padişahın küçük oğlu, bu sırada fındığın içinden çıkarıp giydiği elbisenin sırrını çözdü. Demek bu elbiseyi giyen, görünmez oluyor, hiç kimseye görünmüyordu.
       Hiç beklemedi, hemen babasının sarayına gitti.
       Saray, baştanbaşa bayraklarla süslenmişti. Yapılan konuşmalardan padişahla diğer iki oğlunun düğün hazırlıklarının başladığın öğrendi. Babasını gördü, iki ağabeyinden daha gençti. Gençleşmesini önüne çıkan fırsat belleyip, saraydaki üç kızlardan en küçüğüyle evlenmek istiyordu. Kızın iki gözü, iki çeşme. Hüngür hüngür ağlıyor, sanki birine hesap soruyordu:
       - Nerde kaldın? Nerde kaldın?
       Oğlan boş bulundu;
       - Buradayım, dedi.
       Kız, sevindi.
       Gece oldu. Padişahın küçük oğlu, padişah babasını ve iki ağabeyini cezalarını çeksinler diye öldürdü.
       Sırtındaki görünmezlik elbisesini çıkardı.
       Taht odasına girdi. Vezirlerini çağırttı.
       Bütün vezirler genç padişaha bağlılıklarını bildirdiler.
       Sonrası?
       Göz kamaştırıcı bir düğün.
       O düğüne beni de çağırdılar. Gittim. Bana bir heybe dolusu çerez verdiler. Eşeğime yüklettim. Eşeğimin ayakları mumdan, gözleri camdandı. Hiç olmazsa bu masalın sonuna yetişeyim dedim. Birdenbire gün doğmaz mı? Mum eridi, cam patladı. Çerezler mi? Hepsi de taş gibi oldu.
       Gökten düşen üç elma, nerde mi?
       Düşmedi ki?

       Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

       Oyhan Hasan Bıldırki

[1] Bu masalın bir başka söylenişi ?Melikmemmed? adıyla Azerbaycan?da da derlenmiştir.
[2] Kamış, sırık.
[3] Poyraz Ebesi, Yörükler arasında çok yaygın olan bir çocuk oyunudur.
[4] Elle şekillendirilmiş, yapıştırıldığı duvarda kurutulan büyükbaş hayvan tersi.


Oyhan Hasan Bıldırki Masallarına DönOyhan Hasan Bıldırki Masallarına Dön


Bu sayfaya henüz yorum yazılmadı.





Editör Bilgileri

Oyhan Hasan Bıldırki

Emekli


Editöre Ulaşın

Oylama

Edebiyat, gerekli bir şey midir?

Evet

Hayır

Kararsızım

En Son Eklenenler

x-isini-pulsari
yaz-ucgeni
yerel-kabarcik
yildizlar-arasi-yolculuk
zhai-zhigang
avusturya-uzay-ajansi
birlesik-krallik-uzay-ajansi

Uzerine.com Copyright © 2005 Uzerine.com
uzerine.com Ana Sayfa | Gizlilik Sözleşmesi | Üye Girişi